top of page

Mekân Orucu 01 - Ev ve Yuva Hakkında Devam Ediyoruz

Ev…

Kimimiz için yuva…


Kısacık iki kelimeye yüklü oldukça çok katmanlı; anlamlar, anılar, kavramlar, duygular, etiketler yumağı.


Fransız düşünür Gaston Bachelard evi ‘ana rahmi’ olarak tanımlıyor Mekânın Poetikası kitabında.


Jung’un ise ev ve içerdiği katmanlara dair detaylı yaklaşımları insanın içinde türlü algı kapıları açıyor.


Çok sevdiğim Gündüz Vassaf’ın ise Cehememe Övgü kitabında ev üzerinden bir totalitarizm eleştirisi var ki ’Burada yer şurada da uyuruz’ isminde herkesin okumasını tavsiye ederim. (Okuyamayanlar internet sitemde podcast kısmında seslendirdiğim versiyonunu dinleyebilir.)


‘Bedenimiz evimiz’ olduğu gibi, derinden hissettiğim bir yansıma da ‘evimizin bedenimiz’ olduğu. Mâlum ilhamımız Ramazan ayı ve oruç pratiği. İçerdiği pek çok farklı katmanın yanında, bedenlerimizle daha farkındalıklı bir ilişki için bir davet olma yanı oldukça güçlü.


Bedenin uyarılarına dikkat kesilmenin şahane bir yolu, açlık-tokluk ile ilişkimizi gözden geçirmenin ve besin ile kurduğumuz bağın türlü farklı algı kapılarına açılmanın da. Kimimiz görev gördüğü için, kimimiz sağlık için, kimilerimiz kim bilir daha neler için fiziksel oruç pratiğini gerçekleştiriyor. Dün anmıştım orucun sadeleşme, arınma gibi karşılıklarını. Söz konusu derimizin dışındaki derimiz evlerimiz olunca hangi yansımalar karşılıyor bizleri?


Bir önceki paylaşımımda aktardığım uygulamayı gerçekleştirdiğinizi varsayarak devam ediyor olacağım sözlerime, gerçekleştirmediyseniz de bunu bir davet olarak almanızı rica ederim, destekleyici olacaktır bu yolculukta bizi.


Günümüzde bedenlerimizi onların binyıllardır alışageldiğinin dışında içerik ve sıklıklarda besleme eğiliminde olabiliyoruz. Artık dünya nüfusunun büyük kısmı gıdaya ulaşabilir durumda (hâlâ bu konuda zorluk yaşayan bölgelerin olması da kolektif olarak tam da belki de bu ay tekrar üzerine düşünüp, belki de kendi imkanlarımız elverdiğince harekete geçmek için bir fırsat). Hatta ihtiyaç duyduğumuzdan oldukça fazlasına, oldukça geniş bir çeşitliliğe ulaşıyoruz.


Peki bunun sonucunda olan nedir? İntegral teori diyor ki her çözüm bir sonraki adımın problemini yaratır. Evet bol gıdaya ulaşmak için türlü çözümler ürettik ve fakat bunun sonucunda daha evvel repertuarımızda olmayan hastalıklar, dünyanın türlü yerlerinden seyahat ederek bize ulaşan gıdaların beraberinde getirdiği yüklü bir karbon ayak izi, duyguların ifadesinin yerini alan yeme eylemi, bununla gelen kilolar, gıdayı yolculuğu boyunca diri tutmak için veya ürün adedini artırmak için uygulanan kimyasallar, genetik müdahaleler, ve dahası.


Eee.. Tûba mekân konuşacaktık neden şimdi beslenme konuşuyoruz? :) Dedik ya evimiz bedenimiz, bedenimiz de evimiz. Adım adım evimize yaklaşıyoruz.


Bedenimizle kurduğumuz ilişkinin evlerimizde berrak bir ayna olarak kendisini gösterdiğini düşünüyorum. Kendimi odağımdan şaşmış hissettiğim zamanlarda evim de dağılabiliyor, odaklı, net zamanlarımda evim de bunu yansıtıyor. Belki de…


Belki de çünkü korona bu süreci biraz farklılaştırmış olma ihtimali taşısa da bedenimle bağımın zayıflaması gibi evimle de kurduğum bağ zayıfladı. Bizden bir ya da iki jenerasyon önce atalarımız evlerini doğadaki diğer canlılar gibi kendi inşa ederdi. Etmese dâhi edebilecek yetiye, bilgiye sahipti. En azından tüm sürecine şahitti, katılımcıydı. Ve bana öyle geliyor ki ihtiyaçlarının bizlerden daha çok farkında ve tam da ihtiyaç duyduğu evi inşa ediyor veya ettiriyordu.


Malzemeler doğal, süreç sade idi. Evin inşa edildiği bölge malzeme skalasını belirliyor, topoğrafya, iklim gibi çevresel veriler tasarımda merkezi bir rol üstleniyor, evde yaşayacak kişilerin yaşam alışkanlıkları, âdetleri mekânsal organizasyonun girdilerine bir katman daha ekliyor ve sonuç ürün ortaya bu bütünsellik içinde çıkıyordu.


Bütünsellik demişken ifade etmemiz gereken bir katman da doğal çevre yanında evin inşa edildiği yapılı çevre. Komşular birbirinin güneşine, rüzgarına saygı içerisinde araziye konumlanıyordu. Anadolu coğrafyasının neresinde olursak olalım, şehir merkezinden biraz kırsala gittiğimizde bu yapılaşmanın canlı örnekleri ile karşılaşıyoruz. Şehirlerde başka bir dünyaya gözlerini açmış olabilirsiniz, ben de öyleyim ve eğer sözlerim kâni olmanızda yeterli değilse, kısa bir bulunduğunuz bölgede kırsala yolculuk yapabilir veya aile büyüklerinizden bu konu ile ilgili bilgi alabilirsiniz.


Bahsettiğim çok da uzak olmayan dönemlerde ev/yuva bir ihtiyaçtı ve bu esasla can bulurdu. Güvenli bir barınak insan türü olarak temel gereksinimlerimizden takdir edersiniz ki, geçmişte de öyleydi şimdi de öyle. Peki bugün değişen nedir?


Şimdi aşağıdaki soruları kendiniz için cevaplamaya veya üzerlerinde düşünmeye davet ediyorum sizleri:


Kaçımızın yaşayacağı ev/yuvada söz sahipliği veya sürecine şahitlik şansı oldu?


Kaçımız yaşadığı evde hangi malzemeler kullanıldı, bunlar kendisine yarar mı, zarar mı veriyor biliyor? (İnşaat sektörü olarak bu konuda oldukça sabıkalıyız ve yapı malzemelerinde kullandığımız kimyasallarla insanları ve tüm doğayı hasta ediyoruz.)


Kaçımızın yaşadığı yapı bulunduğu bölgenin doğası ve komşuları ile bütünsel bir ilişki içerisinde?


Kaçımızın evi/yuvası kendi özsel fiziksel ve duygusal ihtiyaçlarını yansıtıyor?


Peki evlerimizin içi bize ne anlatıyor? Sade mi? Kalabalık mı? İhtiyaç duyduğumuz kadar mı eşya, detay barındırıyor?


Kullanımımızda olmayan ama ‘belki bir gün lazım olur’ diye yer tutan eşyalar, aletler var mı?


Evimizi paylaştığımız tüm eşya var oluş amacını yerine getirmek ister. Ve onlarla alakadar olmamızı bekler. Evimizde ne kadar ne olduğunun farkında mıyız? Tüm eşyalarımız onlarla alakadar olabileceğimiz sayı ve yoğunluktalar mı? Yoksa ipin ucu kaçmış durumda mı?


Ekonomik olarak bir şeyleri edinebiliyor olmak ile sahip olma sorumluluğunu almak arasındaki bağa dair farkındalığımız ne durumda?


‘Sahip olmak’la ilişkimiz nasıl?


Evimiz ve içerisindekiler bizim fiziksel ve duygusal gereksinimlerimizi mi yansıtıyor yoksa oraya gelen ‘diğerlerine’ bize dair bir imaj yansıtmak üzere mi oradalar?


Hangi semtte, ne tür bir evde yaşadığımın benim için taşıdığı anlam nedir?


Evimiz kullanıcılarının bakımını yapabileceği, temizliğini sağlayabileceği boyutta mı?


Bizim yerimize temizliği başkası/başkaları mı yapıyor? Bu durum evimle olan bağımı nasıl etkiliyor? (Günümüz koşullarında iş hayatının yoğunluğu, hayatın akış hızı, sahip olduğumuz çok çeşitli ilgi alanları ve sorumluluklar bu konuda desteğe ihtiyaç duymamıza kapı açabiliyor. Bu günümüzün doğalı hâline gelen durumlardan ve fakat bunun evinizle olan bağ ve aidiyet ilişkisini nasıl etkilediğine dair farkındalık sahibi olmak niyetimiz.)


Evlerimizde kullanılmayan oda(lar) var mı?


Evimizde her alanının bir veya birden fazla işleve sahip olduğu, her şeyin çalıştığı, evde yer alan her eşyanın, aletin farkında olduğumuz bir durum bize nasıl hissettirirdi?


Kullanmadığım eşyaları kullanabilecek birilerine aktarmak bana nasıl hissettirir?


Bir gün şayet lazım olursa diye sakladıklarımın, tam da ihtiyaç duyduğumda muadiline veya belki de o an tam da ihtiyaç duyduğum versiyonuna ulaşabileceğime güvenmek ve belki de bir anlamda teslimiyeti denemek nasıl olurdu?


Çalışmayan aletleri, tamire ihtiyaç duyan mobilya ve eşyaları tamir etmek/ettirmek veya tamir edip kullanabilecek birilerine ulaştırmak bize nasıl hissettirirdi?


Birden fazla eve sahipsem hangisi yuvam? Hepsi mi? Biri mi? Hiç biri mi? hepsi kullanımda mı? Yoksa sadece senede bir kaç gün kullanılanlar var mı? Daha verimli bir kullanım olasılığı yaratmam mümkün mü?


Aklınıza büyük konaklar, Türk Evi deyince karşımıza çıkan çok odalı, hayatlı mekânlar geliyor olabilir ve bugün daha ufak alanlarda yaşıyoruz diye düşünebilirsiniz. Küçük ancak önemli bir detaya dikkat çekmek isterim ki genelde o evlerde birden fazla çekirdek aile yaşar, totalde konak bir geniş ailenin kullanımında olur ve her oda bir ailenin çok işlevli kullanımına ayrılırdı. Aynı mekân hem günlük hayatı sürdürmede, hem uyku için, hem banyo için kullanılırdı. Ve son derece güzel görsellere sahip dolaplar tüm bu çok işlevli hayatı ardında barındırırdı.


Sözün kısası hemen her mekân oldukça efektif bir şekilde kullanılırdı günün 24 saati içerisinde. Bugün biz ise yatak odamızı maksimum 8, yaşam alanımızı maksimum 6, yemek odamızı maksimum 2, giysi odamızı sanıyorum maksimum 1 saat kullanıyoruz. Günümüzü normu hâline gelmiş olabilir ancak size samimi bir yerden soruyorum bu durum gerçekten normal mi? Bütünsel bir perfektifle yaklaşırsak hâlâ normal görünmeye devam ediyor mu?


Büyük vakti boş geçiren bunca metrekare gerçekten amacına hizmet etmiş oluyor mu? Alım gücümüz var diye bu kaynak tüketimini (yapım esnasında, ısıtma, soğutma, bakım, vb.) kendimize hak görmemiz doğal mı?


Şimdi sizleri biraz bu sorularla bırakıp, bir sonraki paylaşımda görüşmek üzere diyorum. Eğer farkettiğiniz veya dikkat çekmek istediğiniz noktalar olursa lütfen paylaşın, bizlerin de algı kapıları açılsın, paylaşımımız artsın, çoğalsın.


Sevgimle


©Tûba İmik Saka 2021

Bu yazı ve yazıya ait görselin tamamı ya da parçalarının kopyalanması, kaynak göstermeksizin ve izinsiz paylaşılması, yazar isminin değiştirilmesi Telif Hakları Kanunu hükümlerince yasaktır. Aksi durumlarda yasal işlem uygulanır.

46 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page