Paylaşacağım hikâyenin içeriği biraz karanlık olsa da varmaya niyet ettiğim yer aydınlık. (Tek parçada okumak isteyenleri profilimdeki web adresimden blog kısmına davet ediyorum.)
Dün yollardaydım. 3 yıl önce yaşadığım köy ve civarından geçtim. Tanıyabilene aşk olsun. Neden mi tanınmıyor?
Çünkü insan egosu üzerinden geçti, çünkü imar barışını fırsat bilenler üzerinden geçti, çünkü şehirden kaçıp kırsalda aradığım hayatı bulacağım diye naif ve egosunu henüz ehlileştirmemiş olduğu için şehirdeki korkularını, alışkanlıklarını, yaşamını şehir fonundan köy fonuna taşıyanlar üzerinden geçti, biz üzerinden geçtik ve koca beton kütlelerle geçmeye devam ediyoruz. Bir üzerinden geçen varsa bir ezilen de olmalı değil mi? Zeytinler, yerleşik halk, özellikle aile içi olmak üzere ilişkiler ve tüm ekosistem ve farkında olmasak da her birimiz, tüm var oluş.
Şimdi hikâyenin başka bir kısmına geçeyim. Köyden sevdiğimiz bir amca ve teyzenin yaşadığını anlatayım ve düne geri döneyim. Bir şehirli amcaların arazisinin hemen önündeki araziyi satın alır. Nasıl olur bilinmez imar olmayan yere otel inşa eder, manzaralıdır oteli, ama artık amcanın arazisi onun otelinin gölgesinde kalmıştır.
Arkası ‘güçlüdür’ köylü amca, köy muhtarı, köy halkı hiç bir şey yapamaz, otel şehirli misafirlerini ağırlamaya başlar, gelip gider lüks otomobiller, otelin misafirleri bayılır bölgeye, oh be şehirden arada kaçalım buraya burası bana çok iyi geldi der ve bir kısmının bu hoşnutluğu bölgeden araziler almasıyla sonuçlanır. Şehirli alışkanlığı bu ya, ne kadar güvenli bir yerde olduğunun farkında değildir. Şehirdeki güvensizlik hâli burada da var varsayar, orada biraz zaman geçirip gözlemleyecek vakti de yoktur. Hemen bulur bir mimar, şanslıysa mimarı gelip araziyi görür, daha da şanslıysa mimarı bölgenin coğrafik verilerini projeye dahil eder, daha da şanslıysa mimarı bölgenin mimari eğilimlerini analiz eder, daha da şanslı olması mümkün ama bu konu o katmanlarla ilgili olmadığından şimdi söz etmeyeceğim.
Velhâsıl bütçesi olan önce bahçe duvarlarını inşa etmekle başlar. Araziler de çetindir, kimisi eğimden dolayı büyük metrajlı istinat duvarları yapmak zorunda kalır, üzerine bir de bölge için hiç de gerekli olmayan bahçe duvarını ekler ve bütçesi biter, bütçe yaratmak için daha da hırsla şehir hayatını sürdürür ki bir gün duvarını tamamladığı bu köye gelip ‘rahat nefes’ alabilsin. Bütçesi olan evi de inşa eder.
Köy halkı şaşkın, deli mi bu şehirliler, niye böyle duvarlar örüyor bunlar. Bizden mi korkuyorlar, kendilerinden mi korkuyorlar, tövbe tövbe, neyse Ayşe’nin oğlu taş ustası, Ahmet’in de aile de anlayanlar var, yapıvermişler. Kazanç olmuş en azından. Çünkü köylüde güven(siz)lik duvarı yoktur ne evde ne tarla da ne bahçede. Genelde doğa referanslı izler vardır ve insanlar bu izlere uyar. Veya ağaçların üzerine komşu bahçeleri olan köylüler farklı renkte boya ile baş harfini yazar ve kimse bahçesini, ağacını karıştırmaz. Bu arada inşa edilen bu evlerin akibetleri apayrı bi konu ki o da bu paylaşımın konusu değil, odağı dağıtmamak için paylaşmıyorum.
Geri dönelim köylü amcamız ile şehirli otelcinin hikâyesine (kurgu değil gerçek olan hani). Otelci ne akla hizmet bilinmez civar arsa sahiplerinin izni olmadan arazilerine müdahalelerde bulunmaya başlar. (Bu arkadaşımızın yüksek duvar inşa etmeyi gerekilik olarak görmesi ne kadar doğal değil mi? Ya herkes onun gibiyse?) Bizim amcanın payına da arazisinde izinsiz yapılan sondaj çalışmaları düşer. Yapma der anlamaz, dokunma arazime der her geldiğinde yeni bir şeyle karşılaşır, derken pes eder hiç adet olmasa da (köylüler içinde) arazisinin etrafına tel örgü çeker. Bu defa köylü halk yine birileri bu vesile ile para kazandı diye sevindi mi bilemem ama yok yere harcadığı onca para için amcamızın da çalışması gerekir, tel çitler basit gibi görünse de bayağı maliyetlidir çünkü.
Şimdi dünkü yolculuğumuza geri dönelim. Arabayla amcamızın arazisinin yanından geçerken daha önce önüne yapılan otel dışında tüm etrafı boş olan arazisinin etrafı evlerle dolmuş. Gözyaşlarımı tutamadığımı ifade etmeliyim. Artan arazi fiyatları önceden; toprak, yaşam olarak görülen yeryüzü parçalarının ‘mal’ olmaya dönüşümü ve aile içi para odaklı kavgalar, küslükler… Neden mi bu parantezi açtım: Otelci öyle güzel para kazanmış ki, bizim amcanın etrafındaki arazileri de almış ve hızla evler inşa etmiş. Onun oteli vesilesiyle bölgeyi keşfeden misafirleri de cabası, sonra onların arkadaşları, sonra şirketler, uzun bir liste var…
Şimdiye kadar ‘arazi’ diye bahsettiğim yerleri ‘zeytinlik’ ile değiştirip okumanızı tavsiye ederim bizim amcanın hikâyesi özelinde. Yazı da dâhi sürekli zeytinlik diye bahsetmek canımı acıttığından bir kez anmış olayım, gerisini siz anlayın. Amca etrafından ‘sökülmüş’ onca zeytinin yerine ‘dikilmiş’ onca binanın arasında bahçesindeki zeytin ağaçları içinde, toprağın üzerine serdiği örtüde oturmuş elleri açık dua ediyordu dün biz geçerken.
Geçtiğimiz esnadaki bu görüntü oldukça ilginç bir zamanlama idi. İlahi organizatörün vardır elbet bir bildiği. Durup biraz sohbet etmeye çalıştık. Çalıştık diyorum çünkü pek çok yakınını kaybetmiş biriyle konuşurken ne diyeceğini bilemezsin ya, ne dedim, suratım nasıldı, hatırlamıyorum…
Bana öyle geliyor ki; yaşamda ne gördüğümüz, ne algıladığımız içimizde, bizimle alâkalı. Şehirdeyim, köydeyim, ıssız bir adadayım… Fon değişiyor ama ben aynı ben isem davranış şeklim değişmiyor. Başka ülkeye göçmek, başka şehre göçmek, köye göçmek… Dışsal olarak elbette farklı etkileri olsa da ben kendime dönük farkındalık ışığımı yakmadıkça kısa süreli heyecanlar olarak kalabiliyor ve sonrası zarar verici olabiliyor.
Farkıdalıkla, bütüncül bir algıyla yaşamaya niyetle… Sabırla buraya kadar güzel vakitlerinizden ayırıp okuduysanız teşekkür ederim.
©Tuba İmik Saka 2021
Bu yazı ve yazıya ait görselin tamamı ya da parçalarının kopyalanması, kaynak göstermeksizin ve izinsiz paylaşılması, yazar isminin değiştirilmesi Telif Hakları Kanunu hükümlerince yasaktır. Aksi durumlarda yasal işlem uygulanır.
Kommentarer